Fatih haber,Haber fatih,Fatih Yaşam,Fatih aktuel ,Haber
DÜNYACILARIN TEK İLACI,
GÖNÜLDEN AHİRET İNANCI
Gerçekten, bu ne dünya aşkı? Bu ne mal tutkunluğu? Bu ne ölçüsüzlük?
Kardeş dünyaya kazık mı çakacaksın? İster 50 yıl yaşa, ister 100, isterse 150. Bir gün ölmeyecek misin? Öldüğünde bu biriktirdiklerini götürebilecek misin? Altından heykelini dikseler bile, öbür tarafta ne faydasını göreceksin?
Biraz kendimize gelsek diyorum. Bu dünyadan kimler geldi, kimler geçti. Ne demişler: “Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı.” bize mi kalacak?
Kendimize ve çevremize bakalım, yetiniyor muyuz elde ettiklerimizle? Önce “ailemi geçindirecek bir gelirim olsun” derken; sonra, “evim de olsun, arabam da, yazlığım da”. Hepsine eyvallah. Fakat orada duruyor muyuz? Evi, bineği, yiyeceği, giyeceği ihtiyaç ölçüsünde bırakıyor muyuz? Başkalarını kıskanmaya başlayıp, “Benim evim falanınkinden daha büyük; arabam filanınkinden daha lüks olmalı” demeye başlıyoruz.
Daha fazlasını elde etmek için çırpınıyor, daha fazlası ve biriktirmek gayemiz oluyor. O gayeyi gerçekleştirmek için yanlış yollara, olmadık işlere girişiyor, helal haramı unutuyor, faizi hoş görmeye başlıyor, “hep bana, hep bana” diyen bencil bir kişiliğe bürünüyoruz. Sonuçta belki varlığımız artıyor, fakat çevremizdeki gerçek dostların yerini ikiyüzlüler alıyor.
Dünya nimetlerinden yararlanma, mülk edinme yasak değil, yanlış olan ölçüyü kaçırmak.
Ne demişti Cahit Zarifoğlu:
“Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik.
Oysa bir tarlaydı; ekip biçip gidecektik.”
Gerçekten çok kıymetlendirdik ve aşırı sevgi besledik şu boş dünyaya. İnsanın fıtratı değişmediği için dünya kurulalı da böyle gelmiş böyle gidiyor. Bu aşırı mal ve dünya sevgisini “hazinelerinin anahtarlarını taşımaya bir manga adamın yetmediği”(Kasas,28/76) Karun’da da görüyoruz, Rasulullah’ın seçkin arkadaşlarında da.
Uhud savaşını hatırlayalım. 400 km. ötelerden toplanıp gelen düşmana karşı, Rasulullah bütün hazırlıklarını yapmış, bütün tedbirlerini almış, ordusunu düzene sokmuş, savaş talimatlarını vermiş. Yani işi şansa bırakmamış, Allah’ın elçisi olduğuna bel bağlamamış, işin gereği neyse her şeyi düşünüp yerine getirmiş. Arkadan gelecek bir düşman saldırısı için de, daha sonra “Okçular Tepesi” ismini alan yere 50 okçu yerleştirmişti.
“Ne olursa olsun, benden haber almadan, bulunduğunuz yeri kesinlikle terk etmeyeceksiniz” diye iyice tembihlemişti.
3000 kişilik Mekke ordusuna karşı, 700 kişiyle savaşan Rasulullah komutasındaki müminler, kısa bir sürede karşı tarafı bozguna uğratmış, paniğe kapılan düşman, geri dönüp kaçmaya başlamıştı.
Tam bu sırada, düşmanın yenildiğini ve kaçmaya başladığını gören tepedeki 10 kişi hariç okçuların çoğu, yerlerini bırakıp savaş alanına doğru koşmaya başlıyor. Komutanları Abdullah b. Cübeyr ‘in, “Durun, gitmeyin!” emrine kulak asmıyorlar.
Daha sonraları Müslüman olup birçok savaşta büyük zaferler kazanan Halid Bin Velid, tepedeki bu durumu görünce emrindeki süvarilerle birlikte, önce kalan 10 kadar okçuyu şehit ediyor, sonra arkadan müminler üzerine saldırıyor. Bunu gören Mekke ordusu da geri dönüyor. İki ateş arasında kalan müminler 70 şehit veriyor. Kazanılan savaş kaybediliyor.
Allah Rasulü’nün yüzü kanlar içinde kalıyor, dişi kırılıyor. Yanında bulunan az sayıdaki arkadaşlarının kahramanca koruması sonucu ölümden kurtulabiliyor.
Tepedeki 40 okçunun, emri dinlememesi, yerlerini terk etmesi bu acı sonucu doğuruyor.
-Kimdi bu 40 kişi?
Rasulullah’ın arkadaşları. Seçkin sahabiler. O’nu çok seven, canı gibi koruyan, her konuda sözünü dinleyen gençler. Fakat Uhud’da sözünü dinlemediler.
-Sebep?
-Sebep, dünya sevgisi, mal, ganimet.
“Düşman yenildi kaçıyor, aman biz de yetişip ganimet toplayalım!” düşüncesi.
İçlerindeki bu aşırı mal sevgisi, gözlerini kör ediyor. Rasulullah’ın emrini unutuyor. Komutanın “durun” sesini duymuyorlar.
Uhud’da karşılaştığımız örnek, bizler için çok önemli. Dünya ve mal hırsı, en seçkin insanları bile yanlışa düşürebiliyor.
Bugünkü insanlığın durumu ise içler acısı. Artık dünya, her şeyin önünde. İnsanoğlu kazandıkça daha çok istiyor. Kazandıkları mutluluğunu artırmıyor, bir türlü huzura erişemiyor. Hani demişler ya “parayla saadet olmaz.”
-Yok mu çaresi?
-Var, Kur’an’a sarılmak:
“Siz geçici olan dünyayı daha çok seviyorsunuz. Oysa ebedi ahiret yurdu daha hayırlıdır.”
(En’am,6/32)
“Bu dünya sadece oyun ve eğlenceden ibarettir.” (Al-i İmran,3/185)
“Dünya hayatı sizi aldatmasın. (Lokman,31/33)
“Dünya malı dünyada kalacak, ahirete fayda vermeyecek.” (Şuara,26/88)
“Ahiret yurdu daha hayırlıdır.” (Nahl,16/30)
“Asıl hayat, ahiret hayatıdır.” (Ankebut,29/64)
Dünyanın gelip geçici, asıl ve kalıcı olanın ahiret olduğunu haber veren yüzlerce ayetten birkaçı bunlar. İnsanoğlu Allah’ın gönderdiği bu haberlere, gönülden/kalpten/yürekten/içten/samimiyetle/ riyasız/amasız/fakatsız/şüphesiz/kesin olarak inansa ve güvense, bu dünyası da güzel olacak, ahireti de.
Bu dünyanın boş olduğunu, hiç değilse arada sırada hatırlasa, kendini frenleyecek. Ahireti de çok uzaklarda değil, hemen yakınında olduğuna inanabilse ve yakın zamanda kavuşacağına gönülden iman etse, olana şükredecek, elde edemediğine üzülmeyecek. İsteyerek paylaşacak, verdikçe sevilecek, sevilince sevinecek, dünyası huzur bulacak, mutluluğu artacak.
İnsanoğlu, ahiret hayatına gönülden iman ettiğinde;
İşlerini düzgün yapacak, kul hakkı yemeyecek, başkasının malında gözü olmayacak, gücü yettiğinin tepesine binmeyecek, haksızlıktan kaçınacak, hep güzel işler yapmaya çalışacak, hayırlarda yarışmayı hedefine koyacak. Dünya nimetlerinin, ahiret nimetleri yanında ne kadar da az olduğunu anlayacak. Dünyadaki hiçbir sıkıntı onu sarsmayacak, umudunu kırmayacak, canını sıkmayacak.
Nimetler içinde yaşamak mı istiyoruz? Bırakalım şu geçici hayattaki sınırlı nimetleri de, sonsuz hayattaki eşi benzeri olmayan nimetlere bir nazar edelim. Zaman varken onları elde etmek için çalışalım. Hedefimizi biraz yükseltelim.
Rabbimiz gönderdiği Kitabında, bu dünyada hayal bile edemeyeceğimiz nimetlerden ve güzelliklerden çokça haber vermiş:
“Cennette her şey vardır.” (Fussilet,41/31)
“Orada yasak meyve yoktur.” (Vakıa,56/32)
“Orada kötü söz de işitilmez.” (Vakıa,56/25.)
“Altlarından ırmaklar akan, güzel meskenler orada.” (Tevbe,9/72)
“Canların çektiği, gözlerin gördüğü her şey orada.” (Zuhruf,43/71)
“Kirazlar, salkım salkım muzlar orada.”Vakıa,56/28,29)
“Ne kızgın güneş, ne de dondurucu soğuk var.” (İnsan,76/13)
“Nereye baksan bir nimet ve çok büyük bir mülk.” (İnsan,76/20)
“Emin bir yer cennet.” (Duhan,44/51)
“Ölüm yok orada.” (Duhan,44/56)
Son olarak şunu söyleyebiliriz. Bizler, şatafat içinde ve fildişi kulelerde yaşayanları değil,
“O sizin için en güzel örnektir” (Ahzab,33/21) diye övülen, Allah’ın Elçisini rol model alalım.
Yemen’den Suriye’ye kadar devlet sınırlarının genişlediği Hicretin onuncu yılında, Rasulullah’ın evini şöyle anlatıyor Hz. Ömer:
“Basit bir yatak. Ceviz lifleri ile doldurulmuş bir yastık. Odanın bir kenarında bir miktar arpa, bir köşede de bir hayvan derisi. Yatağın kenarında da su kırbaları asılı.”
Bu manzara karşısında gözleri yaşaran Hz. Ömer’e, Rasulullah ağlamasının sebebini sorduğunda:
“Niçin ağlamayayım, yatağın lifleri vücudunda iz bırakmış. Bütün eşyalarla birlikte ufacık bir ev. Ne varsa ortada. Bizans’ın Kayseri, Fars’ın Kisrası debdebe şatafat içinde yaşarken sen böyle mi yaşayacaksın.” diye cevaplıyor.
Allah’ın Elçisi:
“Ey İbni Hattap, bilmez misin onlar bu dünyayı, biz ise ahireti seçmişiz.”
İşte işin püf noktası: dünyayı geri itip, ahireti öne geçirmek.
Başlığı yeniden hatırlayalım mı?
Dünyacıların tek ilacı, gönülden ahiret inancı.
Mustafa GÜL