Fatih haber,Haber fatih,Fatih Yaşam,Fatih aktuel ,Haber
Asım Öz’ün Açık Görüş’te yayımlanan yazısı şöyle:
Hayat tarzı tartışması ve eski konumların tahkimi
Taner Timur, İdris Küçükömer ve Şerif Mardin’in yaklaşımlarını esas alan toplumsal değişmeye dönük incelemelerin giderek İhvancılaşan bir dünya görüşünün araçlarına dönüştüğünü vurgular. Aslında böylelikle 1980’lerde İslâmcılarla rasyonel argümanlar bağlamında buluşup tartışma arzusunu da terk ettiğini gösterir.
Türkiye’de İslâm ve laiklik, daha özelde ise din-devlet ilişkileri özellikle çok partili hayata geçişin ilk yıllarından itibaren daima sert tartışmaların konusu oldu. 2000’li yıllardaki kültür kavgası ise Cumhuriyet tarihine damga vuran yaklaşımları yeniden geçerli kıldı. Meclisteki “Müslüman Türkiye” ve “Laik Türkiye” sözleri meselenin her zaman gündelik yaşamımızda ne kadar önemli bir yer işgal ettiğini gösterdi. Entelektüel alanda laiklik ve sekülerizm başlıkları altında yürütülen kavgalarda İslâm, “düşünceyi kısıtlayan tekelci bir din” şeklinde konumlandırılmaya devam ediyor.
Genellikle cepheyi tahkim eden laik perspektifli, İslâm, akılcılık, toplumsal değişme, devrim ve karşı-devrim odaklı analizlerin her geçen gün arttığı görülüyor. Hatta bazı süreli yayınlar bu konuda ajitatörlük yapıyor. Bilhassa Sünniliğin fıkıh, kelam ve tasavvufi formlarının tümüyle aklı ihmal ettiği şeklindeki vurgu hayat tarzı tartışmaları eşliğinde yaygınlık kazandı. O hâlde hayat tarzı müdahalesinin günümüzde hangi kültürel ve ideolojik bagajlarla ele alındığını ve bu meselede ne tür gelişmeler yaşandığını tartışarak başlayabiliriz.
Günümüzde hayat tarzlarına müdahaleyi diline dolamayı sadece siyasi erke hamlederek “Türkiye’nin her geçen gün dinselleşmesi” şeklindeki okuma biçimi son derece büyük ve esasında tehlikeli bir hata. Hatta tuzak… Diyetisyenlerden hekimlere, denetim toplumunun alet ve edavatından gönüllü olarak yararlanmanın getirdiği müdahaleler nedense göz ardı ediliyor. Hayatımız o kadar müdahaleye açık ki, doğrusu bunu nasıl tanımlayabileceğimizden bile emin değiliz. İşin tuhafı az buçuk siyaset üzerine bir şey okuyan herkes müdahale mantığını kabul etmeden herhangi bir konuda söz almanın zor olduğunun da farkındadır. Tabii esas mesele de şu ki ister tarz-ı hayat ister life style olarak anılsın bir tarzımız var mı? İstikrarlı benliklerin kayganlaşarak yaşadığı karakter aşınmasını kaygıyla izlememek mümkün mü? Kapitalist üretim sisteminin meta fetişizminin ışıltılı dünyasının müdahalesi göz ardı edilebilir mi?
Gözetim ve yönlendirme
Sorup çekilmeyelim, devam edelim. Bunun için galiba öncelikle yaşama sanatı odaklı dergilerde yayımlanan ve günümüzün babasının kim olduğuna ışık düşüren “zevk al, tadını çıkar” odaklı reklamlara bu mercekten bakmayı denemek gerekir. Hem eğitim yoluyla edinilen (diplomalar, sertifikalar vb.) hem de aileden miras kalan kültürel birikimler üzerinden hükmünü icra eden hayat tarzını göz ardı ederek sadece siyasi erke yüklenmek çok hatalı. Üstelik bunu 1968 hareketini ve ondan sonraki entelektüel birikimi baştacı edenlerin yayması ise “kullan at” mantığının düşünce için de geçerli olduğunu gösterir.
Bu şartlarda, durumu gerçek boyutları içinde kavrayabilmek için şunu dikkate almaktan başka çıkış yok: Kapitalizmin, modernitenin kendisi bitimsiz bir müdahaleye dayanır. Hatta toprağı bol olsun Zygmunt Bauman’ın üzerinde durduğu gibi gözetim toplumunun içindeyiz. Mobeselerden sosyal medyaya kadar artık tüm hayatımız adeta teknolojik gözetimin 1984 romanı gibi. Gelgelelim hayat tarzına müdahaleyi düşünmek için yeterli vakit ayıramayanların unuttuğu bir şey bu… Gözetim ve yönlendirme altındayız. Gazetelerin çok sayfalı bol ilanlı hafta sonu eklerinde, televizyonlarda, sosyal medya ve internette sürekli ne yesek, ne okusak, nereye gitsek, ne alsak diyerek yayımlanan kılavuzlar var. Bunlar sayesinde yapılan büyük bir yönlendirme söz konusu. Şimdi hayat tarzından söz açılmışken bunlar göz ardı edilebilir mi? Üstelik gönüllü olarak bu süreçlere katılanların, hayat tarzına müdahale meselesini ısrarla İslâmcılık üzerinden gündem konusu yapmalarında bir abeslik yok mu? Her adli vakayı tüm İslâmcılara, dindarlara ve bu çevrelerin kurumlarına teşmil etmeye çalışmak gerçekten tehlikeli bir gerilim demek. Uzun yıllar toplumun önemli bir kesiminin kuvvetli bir siyasî tehdit ve muhalefeti bastırma unsuru olarak gösterilmesine zemin hazırlayan irtica ve buna eşlik eden karşı-devrim edebiyatını hatırladığımızda bunda bir sahicilik sorunun olduğu da son derece açık. Dahası böyle bir sermayenin ne anlama geldiğini uğradıkları sembolik şiddetten dolayı İslâmcı çevreler daha iyi bilirler. Dolayısıyla yaşam tarzı, dedikodusundan haberdar, özünden mahrum olduğumuz bir tartışma…
Laik cephenin tahkimi
Günümüzün belirleyici duygu durumuna malzeme taşıma işi tümüyle duygu ötesi elitlerden sadır olunca meselelere dair yorum yapmak açıkçası çok daha zorlaşıyor. Öteden beri Türkiye’de seküler aydınlanmacı cenahın, İslâmcılık odaklı çalışmalarında ortaya koyduğu zorunlu hamle performansı anlama odaklı bir yaklaşımdan ziyade tahkir edicidir. Bu yolculukta, “kindar nesil”, “ortaçağ esprisi”, “yeni Osmanlıcı”, “İslâmcı/dinci faşizm” gibi yeni terimler sol jargonda bir karalama aracı hâlini aldı artık. Üstelik bu söylem sadece köşebentlerce değil, akademisyenler arasında da kabul gördü ve İslâmcılığa yönelik ideolojik saldırı içeren analizlerde kullanıldı. İslâmcılığın “yüzyıl önce kaybedilmiş bir dava”, tarih telakkisinin ise “gerçeklerden uzak, hayalci ve gerici” şeklinde anılması gibi. Bunlar aynı zamanda Batıcıların tarih ve toplum değerlendirmelerinin sağlıksızlığını da gösteriyor.
Yazdıkları ve söyledikleriyle en tehlikeli gelişmelerin hep kriz dönemlerinde yaşandığını gösteren Taner Timur, 2009’lardan itibaren İslâmcılığı çeşitli boyutlarıyla ele almaya çalıştı. Timur’un yazılarından oluşan İslam, Laiklik ve Aydınlanma Savaşı (2019) kitabını AK Parti dönemiyle ilgili analizlerinin temelini oluşturan AKP’nin Önlenebilir Karşı Devrimi (2014) kitabıyla birlikte ele almak mümkün. Babanzade Ahmed Naim üzerinden hayat tarzı bahsini gündeme taşımasını ise İslâm düşüncesi ve ahlaki bağlanma noktasındaki yetersizliğiyle açıklayabiliriz. Timur’un tüm “sol cemaati” de kuşatan müşterek vehimlerinin ise Kemalizm ve sol münasebetini daha kapsamlı bir şekilde ele almaya imkân tanıdığı son derece açık. Zira onlar, Türkiye’deki kavganın temellerini çok daha iyi biliyorlar; üstelik taktik ve devrimcilik de onlarda!
Osmanlı- Türk tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen Taner Timur, ne Osmanlı kimliği ne de Türk roman üzerine yazdıklarıyla hatırlanıyor; aktüel siyasi gelişmelere dair yorum ve söyleşileriyle öne çıkıyor. Kriz durumlarında kendisiyle yapılan söyleşiler yaklaşımlarının yaygınlaştırmaya matuf olsa gerek. Son derece katı, aydınlanmacı bir düşünsel tasavvura sahip olan Timur, İslâmcılık üzerine sıkça söz alır oldu. Elbette ki sadece Cemalettin Afgani, Namık Kemal, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Necip Fazıl gibi düşünce tarihindeki isimlerle açıklanabilecek bir durum değildi bu. Hiç şüphesiz Timur’un Gezi Parkı olaylarından bu yana yazdıklarının sol kamuda ilgi görmesinin nedeni tarihsel, sosyolojik ve fikri kanıtları, politik verili duruma hitap edecek şekilde birleştirmesidir. Timur, Cumhuriyet gazetesinden BirGün’e, Bilim ve Ütopya dergisinden Evrensel Kültür’e uzanan birbirinden farklı yayın mecralarındaki metinlerinde aydınlanmacı kültür savaşının akıl hocalarından biri olarak İslâmcılığı bununla birlikte dini hayat tarzını eleştirilerinin odağına yerleştirdi. Aslında kimi zaman analitik çoğu durumda ise basit sloganlar altında İslâmcılık karşıtlığının dillendirilmesi sadece ona özgü değil. Ayrıca Avrupa’da meydana gelen İslâm’ı ve peygamberimizi tahkir eden yayınlara demokrasi ve eleştiri hakkı zaviyesinden bakan bir yaklaşıma sahip. İslâmcılığı incelediği kitabının kaynaklarından anlaşılıyor ki Taner Timur, İslâm ve İslâmcılıkla ilgili belli başlı yayınları okumuş ve gözden geçirmiş. İslâmcılığı sosyo-politik veçheleri yanında zihniyet ve ideoloji planında da araştırmış. Bu yönüyle son kitabı “laik ve devrimci hareketin reel İslâm’la hesaplaşması gerektiği” düşüncesini belirgin kılan Osmanlı Kimliği (1986) kitabıyla aynı kulvarda da ele alınabilir. Radikal solun ümitlerini ve yanılsamalarını ayakta tutan eski teraneyi tekrarlayan Timur, Darülfünun’da ahlak ve mantık dersleri veren Babanzade Ahmed Naim’in hayatı helal ve haram diye ikiye ayıran bir dünya görüşüne sahip olmasını tahfif eder. Hâlbuki dinin asli işlevi, bazı şeyleri helal ve haram şeklinde tanımlamak suretiyle insanları bağlayıcı bir ahlaka raptetmektir. Timur’un yaklaşımında dinin kural ve normlar koyan kitlesel rolünün güçlenmesinden duyduğu rahatsızlık etkilidir. Hatta onun Fransızların İslâm incelemelerinde sıklıkla karşımıza çıkan “entegrist bir İslâmî tasavvura” sahip olduğunu söyler. Bunun sebebi, Babanzade’nin İslâm Ahlakın Esasları’nda İslâm’ı, “helal ile haram arasında sınırları belirlemiş; âlemin nizamını koruyan en önemli, en ince ve en yüksek prensiplerden başlayarak, insan yaşayışının en ince teferruatına kadar her şeyi göz önünde tutmuş; şunu yap bunu yapma” diyen bir din şeklinde ele almış olmasıdır. Onun kaygılarını artıran ise Babanzade’nin bütüncül düşüncesi doğrultusunda, insanın “özgür irade ve seçme hakkını” gündeme getirmesiydi. Oysa Timur, Babanzade Ahmed Naim’e çok daha geniş bir perspektif içinde yaklaşabilecek bir müktesebata sahip ama bunu yapmıyor.
Aslında İslâmî “sınırlar” Türkiye’de belirli sınıf pozisyonundaki öznelerin hayatı nasıl yaşadığını yahut hâlet-i ruhiyesini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu çerçevede 2007’lerden itibaren kabartılan husumetler, 2010 sonrasında ayyuka çıkan hayat tarzı tartışmaları ve bunlara akademik taşeronluk yapan çalışmalar hatırlanabilir. Bu süre boyunca Cumhuriyet mitinglerinden laiklik ikazlarına, AK Parti kapatma davasındaki gerekçelerden köşe yazılarına kadar sürekli psikolojik baskı uygulandı. Hatta başörtüsü meselesinde bile çoğu zaman adım atılamamasını kendi iktidarları için ferahlatıcı bir gösterge şeklinde ele alıp, Atatürk ilkeleri, laiklik kavgası ve kamusal alan uyarıları yapıldı. Nitekim bunların nasıl örüldüğünü Timur’un “her gün biraz daha güçlenen bir karşı-devrim süreci” diye andığı yıllardaki tüm yazılarında okuruz.
Bir dönüm noktası olarak anılmayı hak eden Gezi Parkı olayları esnasında da buna benzer bir retorik işletilmişti. Sosyal yapıların bedene kazınmasıyla edinilen yatkınlıklar sistemi olarak habitusta yaşanan değişimler ve kırılmalar bu retoriğe zemin de hazırlıyor. Buna karşın sol yayınların önemli bir kısmı kendi duruşlarını pekiştirecek pozlara pirim verir oldular. İslâmcılık üzerinden ister büsbütün yerme isterse seküler-mütedeyyin hattını yerinden oynatması umulan olumsuz hükümler şeklinde tezahür etsin yaşananlar bunun bir parçası. Üstelik bu sadece günlük gazete dilinin anonim kalıplarıyla da sınırlı değil. Yaşananları anlamak için toplumsal ve tarihi alan üzerine çalışma yapanlardaki gelişmeleri de irdelemek ve medyatik gündemin değişimini özneler, talepler ve repertuarlar üzerinden giderek tartışmak gerekiyor. Meseleleri Batı daha özelde Fransa üzerinden ele alan Taner Timur, AK Parti döneminde Diyanet, İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Okulları ve dini vakıfların “daha çok laikliğe karşı militanlar yetiştiren” kurumlar hâline geldiği iddiasını ileri sürdü. Elbette bunları bağırıp çağıran laik orta sınıf faşistleri gibi yapmadı, fakat söylem düzeyinde aynı toptancılığı sürdürdü.
Kültür, ahlak, idealler
Şimdi bu nokta üzerinde biraz duralım ve şöyle devam edelim: Güncel siyasi meselelere yaklaşırken karşımıza çıkan başka bir değişim de sol çevrelerin Kemalizm ve Tek Parti devri konusundaki eleştirilerini geri çekmeleri. Bunlar memleketin çok partili hayata geçişten bu yana kötüye gittiğini düşünür. En hafif tabirle mütedeyyinlerin tahripkârlığından evhamlanırlar. Eskinin daha güzel olduğunu deklare ederler. Öyle ki Timur, Koç ailesinin “bir karşı-devrim ortamında” Gezi Parkı sürecinde üstlendiği role özel bir önem atfetmişti. Dolayısıyla kültürel burjuvazinin hayat tarzı söylentilerindeki rolünün kayda değer olduğu göz ardı edilmemeli. Ayrıca dinin kişisel bir inanç yani laiklikle uyuşma hâline geleceği zamana kadar seküler kutsallıkların varlığı koruyacağını kaydeder. Hemen belirtilmeli ki, bu fikri ve siyasi yaklaşım özellikle 2010’lardan sonra daha bariz hâle gelmeye başladı. Ulusalcılar, laik cumhuriyete bağlılıkları sebebiyle tıpkı 1960’lardaki “ulusal demokratik devrim” programı doğrultusunda kazanılması gereken bir toplumsal kategori olarak cepheyi genişletme prensibi çerçevesinde önemsendi.
Laikliğin Batı’daki serencamını yüzyıllara yayılan sınıfsal ve ideolojik kavgaların ürünü şeklinde ele alan Timur, Türkiye’de ise laikliğin hukuki temellerinin atıldığı 1923-1926 yılları arasındaki gelişmelere büyük önem atfeder. Kültür, ahlak, idealler ve bağlayıcı davranış kurallarını yüzeysel bir şekilde ele alır; 1950 sürecini bir karşı-devrim olarak görmez fakat 27 Mayıs darbesini kendi şartları içinde olumlu bulur. Bununla da yetinmez Timur, İdris Küçükömer ve Şerif Mardin’in yaklaşımlarını esas alan toplumsal değişmeye dönük incelemelerin giderek İhvancılaşan bir dünya görüşünün araçlarına dönüştüğünü vurgular. Aslında böylelikle 1980’lerde İslâmcılarla rasyonel argümanlar bağlamında buluşup tartışma arzusunu da terk ettiğini gösterir. Söyleşilerinde yıllar önceki tartışma ortamına dönmekten söz açsa da temel yönelimi değişmez. Fakat bunun bir anlamı daha var: Türkiye’de İslâm’la ilgili değerlendirmelerin anlama odaklı çizgiden hızla uzaklaşmaları.